9 Şubat 2016 Salı

Brownie

Çalışan anneler olarak mutfakta pek de döktürdüğümüz söylenemez. Ama sanırım boğazımıza düşkünlüğümüzden ve çocuklara sağlıklı şeyler yedirme isteğiyle pişirdiklerimizin kötü olduğunu söyleyemeyiz :) Bu seferki denemem kızımın arkadaşının annesinden tarifini aldığım "Brownie" oldu. Aslen tarif Nişantaşı ve Bebek'te şubeleri olan "Kantin"in tarifi.

Brownie'yi hazırlarken kek yapar gibi yumurtayı şekeri karıştırdık hadi şimdi de unu ekliyoruz demiyoruz tarife birebir uyuyoruz. Aksi takdirde sonuç fiyasko oluyor :) Ben bitter çikolatayı meşhur kahvecilerinden birinden aldım ama artık sanırım büyük marketlerin tamamında kuvertür çikolata satılıyor. Şimdiden afiyet olsun.


BROWNIE

6 Kişilik
60 gr. Bitter Çikulata
66 r. Tereyağ
210 gr. TozŞeker
2 ad. Yumurta
116 gr. Elenmiş Un
2 gr. Kabartma Tozu
3 gr. Tuz
60 gr. Kırık Ceviz/Fındık
•    Fırını turbo 165 dereceye ayarlayın.
•    20 cm’lik kare bir kabı yağlayın.
•    Küçük küçük doğradığınız çikulataları tereyağ ile benmaride eritin.  --> alttaki kapta usulca kaynayan su üstüne ikinci bir kap yerleştirin. O kaba da çikulata ve tereyağını koyun. Üstteki kabın altı aşağıda fıkırdayan suya değmemeli!
•    Erimiş çikulataları kabıyla beraber benmariden alıp 2 dakika ılınmaya bırakın.
•    Önceden elenmiş ve öyle ölçülmüş unu, kabartma tozu ve tuzla beraber tekrar eleyin.
•    Buarada yumurta ve şekeri çırpın.
•    Yumurtaları çırparken, ılınmış çikulata karışımını içine akıtın.
•    Karışınca, elenmiş toz karışımını ekleyin. Sadece karışıncaya kadar karıştırın.
•    Içine kırıklanmış fındık yada cevizleri de katın.
•    Önceden kızmış fırında 25- 30 dakika pişirin. --> üstünde mat bir kabuk oluşacak. Ama fazla pişirmeyin, kuru oluyor. --> Brownie içi macun gibi yapışkan olmalı, kek gibi değil.
•    Tamamen soğusun, öyle kesin ve kalıptan çıkarın.

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Bayram tatili

Son birkaç senedir dini bayramların yaz tatiline denk gelmesi sebebiyle çevremdeki birçok kişi bayramlarda Ege ve Akdeniz’e kaçıyor. Geçen sene Ramazan bayramında İstanbul çıkışında yaşanan trafik çilesini bildiğimizden biz bu sene ilginç bir program yaparak ailecek İstanbul Anadolu yakasında 5 yıldızlı bir otelde tatil yapmaya karar verdik. Saat 14:00 gibi arabamıza bindik, 20 dakika sonra otele vardık. Eşyalarımızı odaya bırakıp havuz başına inmemiz saat 15:00’i buldu. Malum turizm sektörü bu yazı kötü geçiriyor. Gittiğimiz otel de tatsız durumdan etkilenmiş olacak ki havuz başı pek bir sakindi. Biraz atıştırdıktan sonra şezlonglarımıza kurulduk.

Aslında ben de çocuğunu umumi havuzlara sokmaktan hoşlanmayan annelerdenim. En azından yakın tarihe dek öyleydim. Temmuz başından beri Naz yaz okulunda yüzme derslerine katılıyor ve tüm çocuklar gibi suyla oynamayı, yüzmeyi çok seviyor. Hem çocuğumu pamuklara sarıp cam fanuslarda büyütüyormuş gibi hissetmemek hem de ailecek bu yazın ilk tatilini hakkını vererek yapabilmek için güneş batana dek havuzda takıldık. Velhasıl 3 gün boyunca keyifli keyifli havuzda takıldık.
Kısa tatilimizde fark ettim ki bazı ürünler çocukla tatil yaparken hayat kurtarıcı. Naçizane önerilerim:

1) Havuz için kaydırmaz patik
Bu ismi ben buldum :) Geçen sene de tatile gitmeden önce bu patikten almış özellikle havuz kenarında çok rahat etmiştik. Altı suni deriden üstü renkli desenli naylondan ince bir patik. Çocuk yüzerken bile ayağından çıkmıyor, kayar mı, düştü mü kaygıları sonsuza dek sona eriyor. İlgilenenler için link:
Slip stop deniz ayakkabısı


2) Panço havlu
Aslında birçok insan bunu kullanıyor ama kullanmamış olanlar için: Anahtar kelime, P-RA-TİK-LİK. Havuzdan/denizden çıkan veledin üstüne at panço havluyu takılsın.


3) Lavanta yağı
Şimdi efendim bizim bızdık daha minnak iken yine bir yaz tatiline gidecektik ve çocuk doktorumuz Ayça Hanım'a sinek ısırıklarını engelleyen bebekler için üretilmiş ürünleri kullanıp kullanamayacağımızı sorduk. O da bize o ürünler yerine çocuğun ağzıyla ulaşamayacağı yerlere (Omur iliğinin başlangıç noktası, kürek kemiği, bacak ekleminin arkası gibi) birkaç damla lavanta yağı sürmemizi tavsiye etmişti. Meretler gerçekten lavanta yağına yanaşmıyorlar. Ayrıca sinek ısırığı kaşıntılarına da iyi geliyor.

4) My mini baby kolluk
Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Çocuk sektörü sanırım en dinamik sektörlerden biri. Bu ürün güzel buluşlardan biri. Normal kolluklara kıyasla süngerimsi yapısı sayesinde çocuğu bir tık daha su üstünde tutuyor diyebiliriz. İlgilenenler için:
My Mini Baby kolluk

Kaldığımız otel Pendik'te denize sıfır bir oteldi.

Otelin artıları:
- Konumu
- Havuzun temizliği. Her akşam temizliyorlar. Bilmiyorum hepsinde bu kadar temizleniyor mudur?
- Havuz kullanıcısı az. Otelin asıl hedef kitlesi kongre/seminer katılımcıları olduğundan sanırım havuzu kullanan sayısı az.
- Süper hızlı Wi-Fi. Cuma gecesi internetten dizi bile izledim bir an duraklamadı.
- Yemekler leziz. Ne yediysek beğendik.
- Güler yüzlü ve iyi niyetli personel.Odadan resepsiyonu iki defa aradık, ikisinde de hemencecik sorunlarımızı çözdüler.

Eksileri:
- Servis çooook yavaş. Bir ara mutfağa gidip gerçekten mutfakta çalışan var mı diye baksak mı diye düşündük.
- Personel sayısı az.

Sadede gelirsek, arife günü öğlen başlayıp bayramın son günü kahvaltı ardından sona eren tatilden çıkardığımız sonuç: Arkadaş 3 günlük tatil dediğin böyle yapılır. Evinden çıkar en fazla 1 saatte kalacağın yere varırsın, yersin, içersin, şezlongta malaklanırsın, yüzersin, akşam çocuğunu uyutur bilgisayarını açar internette takılırsın. Zira çocukla 15 saat arabayla yolculuk yaptıktan sonra benim gözüm o berrak Ege/Akdeniz’in turkuazını görmüyor :)

3 Temmuz 2015 Cuma

Bez Bırakma Serüvenimiz...

Büyüme yolunda gerekli bir diğer etabı daha başarıyla tamamladık. Bu etabın çok kolay olduğunu söyleyemem. Aslında zorluktan kastım, kendi içimde yaşamış olduğum çelişkilerden kaynaklandı. Bu çelişkiler yüzünden zaman zaman ne yapacağımı, nasıl yönlendireceğimi bilemedim ve yanlış bir şey yapma korkusuyla stres oldum açıkçası.
Kendi adıma yanlış yaptığımı düşündüğüm şeyleri yazarak başlamak istiyorum. Mira daha 1.5 yaşındayken çişini ve kakasını tuvalete yapıyordu. Hatta bir gün boyunca bezsiz takıldı hiçbir kaza olmadan. Genelde bezi çıkardığınız zaman tamamen çıkarın, gece de takmayın gibi bir kanı vardı çevremden edindiğim. Bende bu tezden yola çıkarak gece uykusunun en tatlı yerinde Mira'yı çişe kaldırmak gibi bir hata yaptım. Mira bebekliğinden beri geceleri çok sık uyanan bir bebek değildi ve genelde kesintisiz uyurdu. Bu yüzden çişe kalkma fikri pek hoşuna gitmedi, kıyametleri kopardı ve tabiki tuvalete bile oturmadı uyku sersemi. Ben de kendi kendime ''Demek ki hazır değil daha'' dedim ve gündüz de bez bağlamaya devam ettim. Halbuki ne alakası var çocuğun gece uyandırılmak istememesiyle hazır olup olmamasının. En azından bir gece bekleyip yatağı ıslatıp ıslatmayacağını görebilirdim. Diyelim ki ıslattı o zaman gece uyuduktan sonra altını bağlayabilirdim ya da altına sızdırmaz bezlerden koyup gece arada kontrol edebilirdim. Velhasıl 1.5 yaş trenini kaçırdık. Galiba 2. hatam Minnie sever kızıma Minnie'li Huggies bezleri almam oldu. Ondan sonra aralarında duygusal bir bağ kuruldu sanırım :) Minnie'li bezim de Minnie'li bezim...
Daha sonra araya kış girdi ve yarım gün oyun grubuna gittiği için bez bırakma olayını bir sonraki yaza ertelemeye karar verdik. Tabi bu sırada 2.5 yaşına geldik, tamamen bilinçli ve herşeyi anlayıp konuşabilen bir çocuk olduk. Ondan sonra ikna et bakalım bezi bırakmaya.
Bunun için tatile gidip dönmeyi bekledik. Tatilden geldiğimiz günün ertesi günü bezi çıkarış o çıkarış. Tatile giderken bütün bezleri yanımızda götürdüğümüz için Mira'ya evde bez kalmadığını söyledik. Tamam bez olmadığını anladı da niye Makro'ya gidip almadığımızı anlamadı :) Uçak bileti bile alacak olsa Makro'ya gidip alalım diyor bizimki. Velhasıl ne klozete ne de lazımlığa oturmayı bir türlü kabul etmedi. Bu arada öncesinde tuvaletle ilgili kitaplar almış, fikri empoze etmeye çalışmıştım. Sesli tuvalet kitabını çok sevip sürekli elinde gezdirdiği halde gene de hiçbir şekilde oturmayı kabul etmiyordu. ''Benim çişim yok, gelmedi'' gibi bahanelerle kaçıyordu. Daha sonra suyla oynamayı çok sevdiği için aklıma bir leğene su koyup içine suda oynayabileceği, sevdiği oyuncakları atmak geldi. Leğenin hatrına lazımlığında oturarak dakikalarca oyuncaklarıyla oynadı. Tüm banyo su oldu her seferinde. Hatta bir ara geldiğimde bizimki ufacık leğenin içine girmiş orada oturup oynuyordu. Bu şekilde oynarken lazımlığa çişini yapmışlığı da var ama 1 kez yapıyorsa ondan sonra gene inat edip yapmıyordu. Daha sonra uyanıklaştı çişini yapmadan lazımlıkta oturarak suyla oynamaya başladı. Ben sorduğumda yapıcam şimdi diye geçiştiriyordu. Suyla oynamaktan sıkılınca bana ''seni kandırdım çişim yoktu ki''  demişliği bile var. Sonuçta suyla oynamak tuvaletini yapmasa bile lazımlığa oturmasına yardımcı olmuş oldu.
Lazımlığa oturmak istemediği zamanlar özellikle sabah uyanınca tuvaletinin olduğundan emin olduğum için duşa sokup duş aldırıyordum ve bütün gece çişini tuttuğu için duşta kaçırıyordu. Birkaç sabah bu şekilde devam ettik birkaç gün sonra duşa girerken çişim yok, çiş yapmicam demeye başladı :)
Ondan sonra lazımlığı her kullandığında altına bir Kinder yumurta saklıyorduk. Kinder hastası olduğu için ona çok cazip geldi sabahları zorluk çıkarmadan çişini yapmaya başladı. Bez bırakma serüveninin 7. gününde yaz okuluna başladık. Onun için değişik ve bilmediği bir ortamdı. Sabah okula giderken tuvaletimizi yapıp öyle gidiyorduk. Öğretmenlerine tuvalet eğitimine yeni başladığımızı tam oturtamadığımızı söylediğimde ''Evde annelerine zorluk çıkaran çocuklar burada naz yapmıyorlar hiç, merak etmeyin'' gibi bir şey söylediler. Bende gün boyunca okulla irtibat halinde kaldım durumu takip etmek adına fakat sabah 10'dan akşam 5'e kadar çişini tutmasına şapka çıkardık. Öğretmeni ''ben böyle bir çocuk görmedim'' dedi. Tam bir sarı inat bizimki. Yapmam dediyse yapmaz.
8. gün de aynı şekilde okulda gün boyu tutup kapıya gelince altına kaçırdı dayanamayıp. Çişini tuvalete veya lazımlığa yapmasına rağmen henüz kakasını yapmıyordu. 8. gün kakasını son kez altına yaptı.
9. Gün gene sabah evde çişimizi yapıp gittik, okulda tuttuk ama eve gelince herşey normal. Artık biz sormadan bile kendi gelip çişim geldi demeye başladı.
10. gün de kendi kendine kakasını yaptı ve bizim için bu macera da 10. gününde son bulmuş oldu :) Tabi bunda Almanya'dan getirdiğim dev boyutta Kinder yumurtanın etkisi büyük. Allahtan çok sık gördüğü birşey değil de, önemli bir cazibesi oldu bu yolda :)

26 Ocak 2015 Pazartesi

Uzaklara gidesi gelmek...

Bazen olur ya insana alıp başını gidesi gelir hani. Bu aralar bana da fazlasıyla oluyor bu durum.

Sene 2006... Üniversite bitmiş, babam dilimi ilerletmem için yurtdışında master yapmam, ya da dil okuluna gitmem konusunda ısrarcı. Benim ise hiç niyetim yok. Tüm sevdiklerim yanımda. Okul bitmiş saftirik yanım seviniyor bundan sonra hayat "10 dönüm bostan yan gel Osman" diye. Malum okulda ödevler, vizeler, finaller o biçim ya. Eve gelince  de okulla ilgili sorumluluğun bitmiyor. Böyle söyleyince de sanmayın ki eve gelip harıl harıl ders çalışıp ödevlerini yapan bir insanım. Her şeyim son dakikadır. Ertesi gün sıvanım var diye hiçbir program yapmam eve gelirim, fakat bir türlü de masa başına oturamam gece yarılarına kadar oyalanır, kendime bi sürü iş icat ederim. Sonra bir bakmışım uykum gelmiş... Sonra sabahın bi körüne saati kurup, ders çalışmaya uğraşırım. Üniversiteden bir arkadaşım yıllığıma "boş zamanlarında üniversiteyi bitiren" yazmıştı. Gerçekten de üniversite yıllarını dolu dolu gezerek, eğlenerek geçirdim. Hiçbir sosyal aktiviteden geri kalmadım. Kışın winterfestlerle Uludağ, baharda springfestlerle Antalya...

O yüzden hayat benim için burada sevdiklerimle birlikte çok eğlenceliydi. Benim için hayatın anlamı sevdiklerinle beraber mutlu olmaktı ve ben mutluydum. Hem yurtdışına mastera gitsem, 3 sene peşinden koşup sonunda kendime aşık ettiğim kişi, 4 senedir de herkesin gıpta ederek baktığı mutlu ilişkim ne olacaktı? vs vs... Liste uzar gider. Sonunda 3 aylığına İngiltere'de dil okuluna gitmeye razı oldum. Oluş o oluş... Geri döndükten sonra aklımın bir köşesi hep uzaklarda kaldı. Bu yüzden 2009 yılının başında üniversiteden arkadaşım Ahu ile kendimize 3 aylık bir program bulup soluğu San Diego'da aldık. Bir daha hayatımda öyle bir dönem olur mu bilmiyorum ama herhalde 50 yıl da geçse hala tebessümle hatırlayacağım günlerdi. Öncelikle San Diego'ya aşık olmuştuk. "Herhalde ömrümüzün kalanını burada geçirsek tüm sinirlerimiz alınmış halde 100 yaşına kadar yaşarız" diyorduk. Okulumuz zaten yarım gündü. Okuldan kalan zamanlarda zamanımızın nasıl geçtiğini anlamıyorduk. Yürüyüşler yapıyorduk, alışverişe gidiyorduk, etrafı geziyorduk, Okyanus kenarında bisiklete biniyorduk, arkadaşlarla yakar top bile oynamışlığımız var. Haftasonları ve tatillerde ise arabayla West Coast'un büyük bölümünü gezmişliğimiz var.

Peki burda niye hayat hep koşturma geçiyor, insanın zamanı hiçbirşeye yetmiyor, boş zamanında da yapacak doğru düzgün bir aktivite bulamıyor? Aktivite bulsanız bile aktivitenin yeri en önemli soru işareti. Aslında yapacak o kadar çok şey var ki. En basiti havanın güzel olduğu, güneşin içimizi ısıttığı bir pazar sabahı çoğumuz açık havada gezilecek yerler arar, aktiviteler planlarız. Günü kaçırmamak adına planlarımıza kahvaltıyla başlarız. Hadi Bebek'te kahvaltıya gitme hatasına düşün bir pazar günü baharda. Gitmesi 1 saat, arabayı park etmek diye birşey zaten yok, valeye veriyorsunuz, ondan sonra bekleyin ki arabanız gelsin. Zaten trafiğin çoğunu valelerin araçları park etme hadisesi oluşturuyor. Tabi olay burda da bitmiyor. Ondan sonra gitmek istediğin mekanın kapısında bir kuyruk ki sorma gitsin. Ne o? Kahvaltı edeceğiz. Bana göre eziyeti, verdiği zevkten büyük olduğu için ekstrem durumlar dışında tercih etmiyorum. Doğduğumdan beri (dediysemde öyle uzun yıllar değil tabi, kısacık ömrümde :P) Anadolu yakasında ikamet ettiğim için Anadolu yakasının Avrupa yakasına göre sessiz ve sakinliğini seviyorum. Kahvaltı edeceksem Bağdat caddesi, Fenerbahçe taraflarını tercih ediyorum. Özellikle sabah erken saatlerde Cadde bomboş oluyor (erken dediysem 7-8 değil tabi, bizim evden çıkmamız anca 10 :) Cadde'nin benim için yeri ayrıdır her zaman. Daha ufacık ortaokul bebesiyken arkadaşlarımızla cumartesileri orada buluşup Kırıntı'da birşeyler atıştırmak insanlık için önemsiz, bizim için tarihi adımlardı. O zamanlar kendimizi ne kadar büyümüş görürdük. Sonra Marmara Cafe vardı. Oraya gidip dondurma yer, kendimizi birşey sanardık. Ne güzel günlerdi. Çocukluk işte... 29 Ekimde fener alaylarımız vardı. Okul olarak cümbür cemaat gittiğimiz. Artık fener alayları daha bir anlam ve önem kazandı. Okulumuz olmasa da arkadaşlarımız, ailelerimiz gene ordayız. 23 Nisanlarda, 19 Mayıslarda yürüyüşler, gösteriler hepsinin tadı ayrı. Güzel geçmiş anılarını barındıran, beni yormayan ve kasmayan yerler hoşuma gidiyor. Giyin eşofmanını en salaş modda çık yürü, kafanı dağıt. Ama bir Nişantaşı için geçerli değil bu. Zaten karman çorman bir yer bana göre. Herhalde mecburiyet dışında gezmeye gitmişliğim yoktur. Varsa da hatırlamıyorum. Neyse işte, konu nerelere geldi. İşin özeti İstanbul'da trafik, kalabalık, saygısız insanlar gibi etkenler yüzünden farklı birşeyler yapasım gelmiyor hiç. Örneğin kaç haftadır Belgrad Ormanları'na gitmek istiyoruz ama gene keyif yaşamak adına yaptığımız bu girişim işkenceye dönüşür mü diye cesaret edemiyoruz. Zaten tüm haftanın vermiş olduğu bir yorgunluk var. Haliyle insan haftasonu dinlenmek istiyor. Bu tarz olası sıkıntıları tölere edebilecek enerji ve motivasyonda olduğumuz bir hafta denemek lazım. Baharın gelişiyle getirdiği o ekstra enerjiyle yapılabilir.

Sonuç olarak hayatın bu tekdüzeliği, koşturmacası, sürekli biryerlere, birşeylere yetişme telaşı gibi etkenler insanı başka arayışlara sürüklüyor. Bu aralar bu moddayım malesef. İstanbul dar geliyor. Ailecek taşınasım var. Tabi ülkenin durumunun da etkisi büyük bu modumda. Yarın ne olacağımız belli değil...

Dünya üzerinde zamanın daha yavaş aktığı; insanların daha mutlu olup; birbirlerine ve diğer canlılara saygıyla, hoşgörüyle yaklaştığı; huzurlu aynı zamanda eğlenceli; suçun olmadığı; çocukların güvenle büyüyebileceği,  harikalar diyarı tadında bir şehir var mıdır acep?






                                                                                                                 San Diego, Mission Bay (2009)

26 Kasım 2014 Çarşamba

3. Yaş doğum günü


Ravi sağ olsun her sene doğum günü konseptini kendi belirliyorJ
Her sene belli bir kısım oyuncaklara merakı oluyor.İlk sene arabalara takmıştı, 2.sene kepçe, kamyon, vinç, ekskavatör, bu sene de deniz canlılarına takmış durumda. Odasında kutularca çeşit çeşit deniz canlısı karakteri var. Her gün üşenmeden sıkılmadan onlarla kendine okyanus kuruyor, canlandırıyor, konuşturuyorJ

Bu sene kapsamlı bir doğum günü yapsak mı yapmasak mı derken, Ravi’nin ısrarı ile yapmaya karar verdik. Konsept belli okyanusJ Konsept derken ben kendi adıma süslemelerle pek uğraşmak, onlara para harcamak istemedim. Sonuçta benim için en önemli unsur çocukların eğlenmesi. Süslemeler yerine onların keyif alacağı şeylerle uğraşmak istedim. Sadece konseptimize uygun olarak pastamızı belirledikJ
Pastayı Ravi seçti; Google’daki okyanus görseli aramalarından onun beğendiği pastayı yaptırdık. Zaten bildiğimiz, sevdiğimiz ve güvendiğimiz bir pastacı olan Kutas Pasta’nın bir pastasını seçmişti, işimiz kolaylaştıJ Birkaç ekstra isteği oldu sadece doğum günü çocuğunun  J


Misafirlerimiz geldiklerinde önce anne&babalar çocuklarının karınlarını doyurdular. Sonrasında çocuklar ebeveynlerinin yardımlarıyla kendi sabunlarını yaptılar.İstedikleri renkleri ve kalıpları seçip sürahilerde hazır bulunan sıvı haldeki sabunları kalıplara döküp kurumalarını beklediler.
Sonrasında çocuklar onlar için gelen animatör İlkay abileri ile oyunlar oynadılar, şarkılar söylediler ve çok eğlendiler. İlkay abileri çocuklarla eğlenirken, anne babalar da yemek yiyip sohbet edebildilerJ Çocuk doğum günlerinin en zor tarafı budur, anne&babalar çocuklarla uğraşmaktan iki çift laf edemez, iki lokma bir şey yiyemezJ Ama çareyi bulduk İlkay!! ;)
Leziz pastamızı şarkılar ve alkışlar eşliğinde kesip afiyetle yedik. Çocuklar bir süre daha birlikte oynadıktan sonra pertleri çıktı, hatta bir kaçı olduğu yerde uykuya daldıJ













Nice mutlu yıllara oğlum;)


Gelelim çocukların eğlenebileceği doğum günü nasıl organize edilir sorusuna...

Ravi artık 3 yaşına bastığından ben bu sene hazırlıkları yaparken hep çocuklar nasıl daha çok keyif alabilir ve dolayısıyla anne-babalar nasıl biraz daha rahat edebilirler düşüncesiyle hareket ettim. Öncelikle konsept belirlenmeli. Doğum günü çocuğunun tercihi doğrultusunda konsepte uygun pasta siparişi verilir; çocuğunuzla birlikte bizim de yaptığımız gibi görsellerden araştırabilir ya da hayalindeki pastayı anlatmasını söyleyebilir, hatta birlikte bir resim bile yapabilirsiniz. Biz görselleri araştırdıktan sonra ufak bir maketini yapmıştık oyun hamurları ile. Hem eğlenceli bir aktivite olmuştu hem de pastamızı önden görüp şekillendirme ve değişiklik yapma imkanımız olmuştu.

Yiyecek hazırlıklarına gelirsek: Çocuklar için minik parmakları ile yiyebilecekleri -finger foods- tarzı yiyecekler hazırlanabilir: bizim listemizde minik peynirli, sebzeli, kıymalı poğaçalar (tek lokmalık), yine tek lokmalık minik köfteler, sebzeli toplar ve Ravi'nin kendi elleriyle yaptığı minik balık kurabiyeler vardı miniklerimiz için. Doğum günü için yapacağınız yiyecekleri miniğiniz ile yapmanız hem onu çok eğlendirir, hem özgüveninin gelişimine yardımcı olur hem de size yardımcı olur;) Pasta olduğunda ekstra tatlı olmamalı bence, çocuklar tatlıya öncelik verdiğinden diğer yemeklerden yemek istemiyorlar. Bu yüzden tatlı olarak sadece pastanın etrafında onların daha rahat ve keyifle yiyebileceklerini düşündüğüm cupcakeler hazırlattırdım pastacımıza.
Geçen seneki doğum gününde bir çok oyuncak olmasına rağmen iyi vakit geçirebildiklerini söyleyemeyeceğim çocukların. Oyuncaklar tek olduğundan bir çok gerginlik yaşamıştık. Bu sene bütün oyuncakları (gelen hediyeler dahil) ortadan kaldırdık ve çocukların iletişim kurabilecekleri, birlikte oynayabilecekleri alanlar yaratık. Mesela; mutfak bölümü vardı, bir kısmı orada yemek pişirdi, Tamirhane bölümünde de genelde erkekler tamirat yaptılar:)
Ayrıca bir atolye de eklenebilir; bu sene biz sabun atolyesi yaptık. Birçok atölye aktivitesi mevcut, isterseniz siz kendiniz, isterseniz dışarıdan biri eşliğinde yapılabilir atolyeler.
Bence 3 yaş ve üzeri çocukların çoğunlukta olduğu doğum günleri için en olmazsa olmaz kesinlikle bir animatör. Ama animatör seçimi çok önemli; biz daha önce bir arkadaşımızın doğum gününde tanıştığımız ve çok keyifli vakit geçirdiğimiz İlker bey'i davet ettik bu sene. Açıkçası çocuk doğum günlerinde animatör diyince benim aklıma hemen burnuna kırmızı bir top takmış, kocaman botları olan komik kıyafetler giymiş lise ya da üniversite öğrencisi geliyor. Geliyordu. Şimdiye dek... İlker'le tanıştıktan sonra bu işlerin artık böyle olmadığını anladım. Kafasındaki kaptan şapkası olmasa dış görünüş olarak evdeki misafirlerden hiç bir farkı yoktu diyebilirim. Bu yüzden çocukları eğlendirmek için yanında getirdiği eşyaları çıkarana dek çocuklar da kendisine pek ilgi göstermediler. Ne zaman ki mikrofonunu eline alıp bütün küçükleri sahne diye tabir ettiği salonun onlara ayrılan yerine çağırdı işte o andan itibaren çocuklar ondan gözlerini alamadılar. Sürekli bundan sonra ne var dercesine ağzının içine baktılar. 2 saat boyunca (fiziksel ihtiyaçları hariç) hiç bir çocuk annesini, babasını aramadı ya da oyun alanından ayrılmadı ve sıkılmadı. Çocuklar İlker abilerinin etrafında çember olup pür dikkat onun oyunlarına katılırken anne babalar da uzaktan minikleri izlediler. Çocuklar şarkı söylerken, İlker'in sorularına komik komik cevaplar verirken, oyun sonundaki minik hediyeleri kazanmak için çabalarken anne-babalar onları izlemekten hem çok keyif aldı hem de kendi aralarında sohbet etti. Buradan çıkardığımız sonuç; bundan sonraki doğum günlerinde animatör şart! ;)

Günün sonunda:
Ravi: Bu İlker bir harika dostum! :)))
Anne: Kesinlikle aynı fikirdeyim Ravi'cim;)



25 Kasım 2014 Salı

Haftasonu Bükreş Kaçamağı



Bir haftasonu kaçamağı yapmak isteyen anneler nereye gider?
Valla bize ayrı şehir bile yetmezdi… İçinde bulunduğumuz ruh durumundan kurtulup, kendimize gelebilmek için kesinlikle ülke sınırları dışına çıkmamız gerekiyordu. 
Bir yaz günü evde çocukla baş edemeyen bir grup anne telefona sarılıp aynı anda gruba dert yanmaya başlamasıyla, Bükreş biletlerinin alınması arasındaki süre 1 saatse; siz düşünün ne kadar çileden çıkmışlar…
Annelerden birinin eşinin tayini Bükreş’e çıktığından ve kendisi bizi davet ettiğinden, diğer lokasyonları elimizin tersiyle itip 15 dk içersinde tarihe karar verip aldık biletleri. Yalnız tek sorun Temmuz sonundan Ekim'e kadar nasıl bekleyeceğimizdi. Azmettik, sabrettik bekledik ve sonunda beklediğimize değdi ;)
Sonunda beklenen gün geldi… #birazdakocalarbaksin hashtag’i ile topladık bavulları çıktık yola..
Havaalanında check-in işlemlerini tamamlayıp, attık kendimizi Lounge’a :)
Ve terapi başlasın :)



1 saat süren eğlenceli ve bol kahkahalı bir uçuştan sonra, ev sahibemiz bizi elinde gelin taçları ve yanında VIP servis şoförü ile karşıladı. (Madelineeeee hakkın ödenmez;) ) Arkadaşımız o kadar düşünceli ki, taksilerde sürünmeyelim diye bizim için transporter ayarlamış. (Seviyoruz seni)
Atladık arabamıza yine full kahkaha dolu yolun sonunda ulaştık haftasonunu geçireceğimiz evimize. Ev mi dedim! Burası bir cennet! Nehir kenarında, önünde ufak çaplı bir şelalesi ve gölü olan, kuş sesleri ile suyun sesinin birbirine karıştığı huzurun tavan yaptığı bir ortam… O anda hepimizin tek düşündüğü, "Bütün haftayı burada geçirelim lütfen!" oldu.
Ev süper, dekorasyon harika, teras cennet…







Arkadaşımızın çok organizasyonumuz olduğunu hepsine yetişmemiz gerektiğini söylemesiyle bize enerji depolayıp, hızlı bir şekilde yine kendimizi transportera atmamız bir oldu.
Herastrau Parkı’nın yanındaki gökdelenin en üst katındaki "18" isimli şık ve ünlü bir restoranda yer ayırtmış arkadaşımız…Manzara, mekan yemekler harikaydı. Fakat tatlı kısmı gerçekten fiyaskoydu (yada biz çok doymuştuk sanırım :) ) Fiyatlar Türkiye’ye göre bile o kadar ucuz ki; 3 şişe şarap başlangıçlar, ana yemekler, tatlı ve kahve kişi başı ortalama 25 euro, toplam 700 ron (150 euro civarı) tuttu!
Aramızdan biri (her nekadar ben tasvip etmesem de) kanguru eti yedi. Kesinlikle tavsiye de etmedi. Bir kısmımız ördek ve kalanımız deniz mahsullerinden tattık. Kanguru dışında hepsi çok lezizdi..Çalışanların ilgisi, menü konusundaki yardımları ve güler yüzü ise şahaneydi. Kesinlikle yolunuz Bükreş’e düşerse bir akşam burada yemek yiyin derim ;)










Sonraki durak BOA, atmosferin tavan yaptığı, bol dansçılı, ferah ve yine süper ucuz bir mekan…Burada da locamızda  biraz dağıtıp, votkanın dibine vurup 500 ron – yaklaşık kişibaşı 20 euro- verip, istemeyerek de olsa yine transporterımızla evin yolunu tuttuk. Yalnız evde ve yolda kulüpte eğlendiğimizden çok daha fazla eğlendiğimizi itiraf etmek zorundayım :) ( bu kısmın ayrıntıları bizimle;) )

İkinci gün sabah, terasta bol sohbetli uzun ama sade bir kahvaltı sonrası yine düştük yollara. İstikamet;  Çavuşesku Sarayı…
Buraya gitmeden önce randevu almanız gerekiyor. Sağ olsun arkadaşımız yine bütün ayarlamaları yapmış bize sadece bilet almak kalmıştı. Bir süre bekledikten sonra bizi gezdirecek rehberimiz geldi ve inanılmaz büyük olan sarayın sadece %5'lik kısmını 1 saatte dolaştık. Muhteşem bir ihtişam… Komünizm devrinde nasıl bu denli egoist bir lider olur anlamak güç…
İçeride fotoğraf çekebilmek için ayrıca bir ücret ödemek gerekiyor. Biz daha sonra öğrendiğimiz için fotoğraf çekmedik. (Ayrıca bir benzeri çok yakın bir dönemde bizim ülkemizde de yapıldı!)
Merak edenler Nikolay Çavuşesku hakkında bilgiye buradan ulaşabilir.

Gezimiz bittikten sonra, old town da alışveriş ve keşif turuna çıktık. Önce bir kahve molası verip lezzetli tatlılarımız eşliğinde biraz yorgunluk atıp, keyif yaptık. Ardından biraz alışveriş ve şehir turu…

Akşam için Bükreş’in geleneksel yemeklerinin servis edildiği "Caru’cu Bere" adlı restoranda yerimiz ayrılmıştı. Burası çok ünlü bir restoran; turist ve yerli akınına uğruyor. Rezervasyonsuz içeri girmeniz mümkün değil, ki bizim rezervasyonumuz olduğu halde tam 1 saat bekledik. Beklemek derken yanlış anlaşılmasın barda ya da başka bir masada falan değil tamamen ayakta bekledik! Allahtan beklerken dansçıların geleneksel danslarını izledik de zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. 

1 saatlik beklentinin sonucu ise pek parlak olmadı.  Geleneksel yemeklerden memnun kaldığımızı söyleyemeyeceğim!

O gece herkes çok yorgun olduğu için bir akşam kahvesi sonrasında Old town'dan ayrılıp evimizin yolunu tuttuk. Herkesin gezmekten perti çıktığından doğruca yatağı boyladık. Yatakta biraz dedikodunun ardından sızmaca Zzzzzzz…
Ertesi gün dinlenme ve ayrılış zamanı… Rahat, uzun ve keyifli bir kahvaltı sonrasında Romanya’nın ünlü kafelerinden Chocolat’da kahve ve tatlı keyfi ile kendimizi ödüllendirip yorgunluk attık.



Malum eve döndüğümüzde çocukların yoğun ilgisi ile karşılaşacağımızdan avans bir dinlenmeye ihtiyacımız vardı. O yüzden kendimizi son gün yormadık, tadını çıkardık bu huzurlu şehrin…

Saat 15:00 de eve dönüp, bavullarımızı sırtlanıp, şehre veda edip hava alanına doğru yola çıktık. Kısa ve bol kahkahalı  bir uçak yolculuğundan sonra hava alanında miniklerin bizi karşılaması ile kısa seyahatimiz son buldu :) Herkes evine artık ;)




21 Ekim 2014 Salı

Bakımlı Çalışan Anne Nasıl Olunur ki?

Nasıl olunur? Diğer anneler nasıl yapıyorlar bilemiyorum…

  Ama ben yapamıyorum… 27 yaşında evlenmiş, 28 yaşında çocuğunu kucağına alan ben, oğlumun doğumundan itibaren eski ben olamadım hiç… Nerede o eski ben… Her daim temiz, bakımlı, makyajlı ve topuklu…

  Son zamanlarda eski fotoğraflarıma baktığımda fark ettim ki ben artık kendime bakamıyorum… Eve bakıyorum, çocuğuma bakıyorum, eşime bakıyorum, peki ya kendime?

   Düşünün ki, bir anne sabah 8:30 da işe gitmek için evden çıkıp, akşam 18:30 da eve geliyor. Eşi sabah 7:00 de çıkıp akşam 22:00 de eve geliyor (Cumartesi dahil). Çocuk sabah 7:30-8:00 civarı kalkıp babası gelmeden uyumuyor… Çocuğa evde bakıcı bakıyor, ve sadece çocukla ilgileniyor…

 Anne için hafta içi günlük rutin şu şekilde: Sabah 6:30 da kalk eşine kahvaltıyı hazırla, eşini yolcu et, çocuğun kalkana kadar hazırlan, evi toparla, çocuğa kahvaltısını hazırla, çocuk kalkınca onu yedir, topla… Bakıcı gelince evden işe git. Akşam eve gelince çocuk seni özlediğinden yakana yapışsın, daha üstünü çıkaramadan onunla oyun oyna, arada bir fırsatını bulup üstünü başını değiştir. Yemek hazırla yemek yedir, yemekten sonra yine oyun oyna, hopppp uyku saatin geldi dediğin çocuğun uyumayacağım (ki bizimki uyumaycammmm diyor:) bir de ona sinirlerin bozulup gülmeye başla) krizleri ile baş et…Sonuçta yenik düş illa babam gelsin birlikte uyuyalım taleplerine…Baba gelsin, uykuya dalmak üzere olan çocuğu cin etsin…Babaya kıyama, o biraz çocukla hasret giderirken sen git ona yemek hazırla. Baba gitsin yemek yesin, sen çocuğu yine uyku moduna sok, ama baba gelmeden uyumasın….

 
Sonuç: Anne ve baba çocukla uyuyakalsın…. Sabah yine aynı rutin…. Şimdi ben hangi ara kendime bakıcam? Hangi saat diliminde kendime vakit ayırabilicem? Ne zaman kocamla baş başa vakit geçirebileceğim…. En bomba soru da biz aile olarak ayda kaç dakika birlikte zaman geçirebiliyoruz????

 Buyurun size bir nevi havuz problemi….!